YUKARI

Sürdürülebilir Kalkınma

Eklenme Tarihi: 04 Ekim 2007

Çevre Yatırım Ekonomisi

  • İnsan medeniyeti, bugüne kadar oldukça sabit bir iklimde yaşadı, sadece zaman zaman geçmişte düzensiz iklim davranışları gözlendi. Ancak iklim sisteminin kaotik doğası şu varsayımı da içinde barındırır: Küçük miktarlarda ki ısınma, gücünü artırabilir ve iklim sistemi yeni şartlara uyum sağlayabilmek için dengeye doğru yönlenirken çok büyük değişikliklere yol açabilir. Ani ve büyük ölçekli değişimler Dünyada bölgesel olarak uyumsuzluklara yol açabilir.




    "A technological society has two choices. First it can wait until catastrophic failures expose systemic deficiencies, distortion and self-deceptions... Secondly, a culture can provide social checks and balances to correct for systemic distortion prior to catastrophic failures."  -
    Mahatma Gandhi

    Dengeler değişiyor, eriyen buzullar ve dağlardaki karların yok olması, yağış mevsiminde sel riskini artırıyor, iklim değişimiyle, eriyen buzullardan su kaynaklarını sağlayan insanlar için susuzluk tehlikesi söz konusu olacaktır, çünkü eko-sistem bozuluyor. Su temini ve/veya su kıtlığı gittikçe daha da önemli olacaktır. Bu günlerde çok sık duymadığımız ‘gıda yönetimi’ artan kuraklıkla birlikte gündeme taşınacaktır. Uzmanların ifadesine göre, 2025 yılında ABD, Kanada, Avustralya ve belki Arjantin tarım açısından kendine yeter durumda olabilecektir.

    Ülke olarak kuraklık ve yaşanan susuzluk içinde yaşadığımız son ayların en güncel konusu oldu, şehirlerin kaç günlük potansiyel kullanım suları kaldığı gün be gün güncelleniyor, durum böyle olunca global ısınma makro düzeyden mikro boyuta geçiyor. Yaşanılan kuraklık tarım sektörüne ciddi darbe vurdu, zararın envanteri tam olarak çıktığında boyut daha net anlaşılacaktır.

    Dünyada hiç bir malın üretimi ve tüketimi olmasaydı, var olan tükenebilir kaynaklar kullanılmasaydı bu bahsedilen dengesizlikler hiç oluşmayacaktı, artan nufuslar ve gereksinimler bunun paralelinde artan sanayileşme ve çevrenin yani doğal dengedeki sistemin tahrip edilmesi ‘çevrenin korunması’ kavramını insanlık gündemine taşıdı. Çünkü ürettikçe ve kaynakları (orman, kömür, petrol kaynakları, yer altı ve yer üstü suları) tükettikçe dolaylı veya doğrudan çevreyi etkiliyoruz, önlenmesi gereken kirlilik faktörleri oluşturuyoruz.

  • Çevreyi daha az tahrip etmenin yolu ise kaynakların yerinde ve verimli kullanımı ve ekonomik olarak anlamlı olabilecek boyutta daha az atık/salınım vermekten geçiyor. Sera gazı salınımını azaltmak için fosil yakıttan yenilenebilir kaynağa geçilmesi, endüstriyel bir faaliyetten çıkan atıksuyun arıtılması ve daha az tükenebilir kaynak kullanılması ile mümkündür. Bu önlemler mikro ve makro düzeyde alınması gerekiyor. Bu konuda yazılan bir rapordan bahsedelim: ‘Stern Raporu’ Nicholas Stern tarafından İngiliz hükümeti için hazırlanan ve küresel ısınma tehlikesine karşı alınması gereken ''Mevsim Değişikliğinin Ekonomisi'' başlıklı bu rapor durumu çok net özetliyor:

    ‘2050 yılına kadar gezegenimizin atmosferindeki karbondioksit yoğunluğu 450-550 milyon partiküler madde (ppm) düzeyinde tutmak için alınacak önlemlerin maliyeti şu anda dünya ekonomilerinin ürettiği toplam gelirin sadece yüzde 1 'ine ancak ulaşıyor. Bu da bugünün fiyatlarıyla 650 milyar dolar. Oysa, diyor rapor, söz konusu önlemlerin alınması gecikirse küresel ısınmadan dolayı 2050'ye değin ortaya çıkacak olan çevre felaketlerinin, bulaşıcı hastalıkların ve ekonomik kayıpların maliyeti, dünya gelirinin yüzde 3.5 unu aşacak!... Hesap gayet açık, önlem alırsan maliyet, dünya gelirinin yüzde 1’i, almazsan yüzde 3,5’u’. dolayısıyla da rapor henüz çok geç olmadığını müjdeliyor’

    En fazla kirletici 20 ülke, karbon emisyonunda yüzde 80 pay sahibiler. Baştada ifade ettiğim gibi sanayileşme ve kirlilik parametresi eş frekanslı, sanayileşme artıkça, gerekli önlemler alınmazsa çevresel etkilerde artıyor...

    Ve Ülkemizdeki durum....
    Türkiye BM'nin Rio'da toplanan Çerçeve Anlaşması'nı imzalamış olmasına karşın, Kyoto Protokolü'ne henüz taraf değil. Türkiye, BM'nin "Çerçeve Anlaşması'nı" imzalayan, ancak aynı yıl toplanan Kyoto belgesine taraf olmayan ve dolayısıyla herhangi bir kota tahsis edilmeyen tek OECD ülkesi durumunda.

    Türkiye tarafından BM'ye sunulan "1. Ulusal İklim Değişikliği Raporu"nda toplam sera gazı emisyonunu, 1990'da 170 milyon ton, 2004'te ise 297 milyon ton olarak açıkladı.



  • Kişi başına düşen karbondioksit gazı (C02) emisyon miktarı ise 2004 verileriyle bakıldığında, AB ülkelerinde 9 ton, OECD ülkelerinde 11.1 ton, dünya ortalaması 4 ton iken, Türkiye'de ise 3.4 ton olarak gerçekleşiyor.
     
    Türkiye’nin Kyoto Protokolü'nü imzalaması durumunda; hedeflenen sera gazı emisyonundaki düşüşü sağlamak için mutlaka otomotiv, kâğıt sektörü ve enerji santralları gibi pek çok sanayi yatırımında ciddi filtreleme önlemleri alınması gerekiyor.

    Kyoto Protokolü ile birlikte ilk adımda AB ülkelerindeki gibi kömürle ısınmaktan tümüyle vazgeçilmesi ve tamamen doğalgaza dönülmesi de gerekiyor. Yerel yönetimlerce metan gazı emisyonuna neden olan vahşi çöp depolama uygulamasının terk edilmesi, kapalı sahalarda düzenli atık bertaraf edilmesi, ulaşımda raylı taşımacılığa öncelik verilerek, petrol ve petrol ürünlerine dayalı kara taşıtlarının azaltılması zorunluluğu bulunuyor.

    Kişi başına düşen karbondioksit gazı (C02) emisyon miktarı Avrupa ve OECD ülkelerinin çok altında olması büyük avantaj teşkil ediyor, ülkemizde henüz yenilebilir enerji olarak hidroelektrik enerji potansiyelinin işletmede olan ve inşaatı devam eden projelerle birlikte ancak %44 değerlendirilmiş durumdadır, rüzgar ve jeotermal kaynaklar açısından da Türkiye önemli potansiyele sahip olup, mevcut durumda bu kaynakların kullanımı çok düşüktür.

    Yazımı bitirirken, başta yer alan Mahatma Gandhi’nin sözüne atıf yaparak, ben çevresel sorunların ve risklerin çözümünde ikinci şıkkın geçerli olacağına inanmak istiyorum. Stern Raporu’da çözümler için çok geç olmadığını ifade etmiyor mu?

    Hülya Kurt
    TSKB EMS Koordinatörü

Çocuklar İçin

Keşfet ? Öyküler Kitap Kurdu