YUKARI

Haberler

Eklenme Tarihi: 26 Eylül 2007

TÜRÇEK 35 YAŞINDA

  • Anayasa ve yasalarla korunan “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşam” hakkı, ancak bu ilkeyi özümsemiş bireyler ve kurumlarla var olabilir. Bu nedenle bireylere ve onları temsil eden tüm kurum ve kuruluşlara görevler düşmektedir. Çünkü, çevre yaşamın kendisidir. Üzerinde siyaset yapılmayacak kadar da hassas bir konudur

    Türkiye Çevre Koruma ve Yeşillendirme Kurumu – TÜRÇEK 25.09.1972 yılında “çevre koruma”  odaklı ilk sivil toplum kuruluşu olarak İstanbul’da kuruldu. 35 yıllık geçmişinde ülkemizde birçok başarılı projeye önderlik yapan TÜRÇEK önceliğini çevre eğitimin ve sivil toplumun gelişmesi konusuna yoğunlaştırmıştır.

    Çevreci akımlar ülkemizde 1980’li yıllarda gelişmeye başlamasına karşın 1992 yılında B.M. Rio Zirvesi ile ülkemizde ivme kazanmaya başlamıştır. Bu ivme ile birlikte ülkemizde önemli adımlar atılmış ve sivil toplumda bu anlamda gelişmeye başlamıştır.

    Bu sürecin 35 yıldır daima içinde kalan TÜRÇEK, bundan sonraki yıllarda da katılımcı, aktif ve paylaşımcı çalışmalarına devam edecektir. TÜRÇEK’in 35. kuruluş yılında içinde bulunduğumuz temel çevre sorunları ve önerilerimiz şöyledir;


    Kentlerde hızla artan nüfusa karşılık temel alt yapı sorunlarının çözümlenememiş olması, bu alanlarda insan ve çevre sağlığını tehdit etmektedir. Temel alt yapı konularından biri olan içme suyu şebekelerindeki kaçak ve kayıplar, susuzluk tehlikesinin büyük ölçüde hissedildiği günümüzde önlenmesi gereken acil konular arasındadır. Bunun yanında yeraltı suyundan aşırı kullanım ve kirlilik nedeniyle artık kullanılamayan su kaynakları da temel sorunlar arasındadır. Yeraltı sularının aşırı kullanım nedeniyle tükenmesi neticesinde ortaya çıkacak “hidrolojik kuraklık” telafisi en az 30 yıl sürebilecek bir çevresel felakettir.  Bunun yanında yerleşmelerde ve sanayide kullanılan suların arıtılmadan yüzey sularına deşarjı da önemli bir çevresel sorundur. Bu yolla bir yandan tatlı sular kirlenirken, diğer yandan yaklaşık 1800 hayvan türünün yaşadığı denizlerimiz kirlemektedir.
    Ülkemiz bilindiği gibi SU ZENGİNİ bir ülke DEĞİLDİR.  Su zengini bir ülke olabilmek için kişi başına düşen su miktarı 10.000 m3 olması gerekmektedir. Ülkemizde ise bu oran sadece 1650 m3 civarındadır. Bu miktarın altına düşüldüğünde takdirde su yoksulu ülkeler kapsamına girilecektir. UNESCO nun hazırladığı dünya su kullanma raporunda ülkemiz 45. sıradadır. Su kullanımı konusunda acil eylem planı hazırlanmalı ve uygulanmaya başlanmalıdır.
    Doğal zenginlikler içinde önemli bir yer tutan ormanlar bakımından Türkiye, potansiyeli ölçüsünde ormanlık alana sahip bir ülke değildir. Ülke topraklarının yaklaşık % 26’sı orman alanı iken bu alanların da % 51’i verimsizdir. Son yıllarda ortaya konan resmi istatistikler orman alanlarının arttığını işaret etse de bu yeterli bir gelişme değildir. Yıllardır siyasi manevralara açık bir saha olan 2B sınıfı orman arazilerinin satışı konusu ise bir yandan orman arazisi kaybı olarak değerlendirileceği gibi, diğer yandan da gelecek yıllara emsal teşkil etmesi açısından da ayrı bir risk olacaktır.
     
     

    2B sınıfı orman arazilerinin satışına ilişkin çabalardan bir an önce vazgeçilmelidir. Günlük politikaların bu güne taşıdığı bu sorunla ilgili “sat – kurtul” yaklaşımı terk edilmeli, 2B sürecinin yaşanmasına neden olan yasal düzenlemeler ortadan kaldırılmalı, böylece orman alanlarının her seçim dönemine malzeme olması engellenmelidir. Bunun yerine orman alanlarının yine orman alanı olarak yerel halka emanet edilmesini sağlayacak düzenlemelere gidilmelidir.
    Türkiye coğrafyasının 2/3’ünü teşkil eden dağlık alanlarda var olan yaşam mücadeleleri, çevre sorunları ve küresel iklim değişikliklerinin neden olduğu yapısal değişiklikler henüz ülke gündemine girmemiştir. Ancak 1992 Rio Çevre Zirvesinden sonra ortaya çıkan süreçte dağlık alanlar hassas ekosistemler olarak tanımlanmış ve bu alanlarla ilgili çalışmalara hız verilmiştir. 2002 yılı BM tarafından Uluslar arası Dağlar Yılı ilan edilerek bu önemin altı çizilmiştir. Tüm bu gelişmeler karşısında aslında dağlık bir ülke olan Türkiye birkaç toplantı dışında bir şey yapmamıştır. Dağlık alanların su, madencilik, orman, rekreasyon, biyolojik çeşitlilik gibi bir çok potansiyeli ele alındığında bu gecikmiş ilginin bir an önce sağlanması gerekmektedir.
    Çevre uluslar arası bir olgudur. Her türlü çevre kirliliği aslında sınır tanımamaktadır. Bu açıdan ele alındığında çevre konusunun dünyadaki gelişmelerden soyutlanarak anlaşılması mümkün değildir. Türkiye’nin var olan doğal zenginlik potansiyelinin evrensel bir önemi de vardır. Bu nedenle çevrenin korunması ve geliştirilmesi konularında ulusal süreçler kadar uluslararası gelişmelere de katılmak gerekmektedir. Türkiye’nin de taraf olduğu BERN, RAMSAR, CITES Çölleşme İle Mücadele Sözleşmesi, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ve Karadeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmelere katılım sadece hassas doğal kaynaklarımızın korunması değil, aynı zamanda uluslar arası işbirliği için de önemli birer adımdır. Özellikle Karadeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması Sözleşmesi’nin Daimi Sekretaryası İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda bulunmaktadır. Ancak örneğin deniz çevresinin korunması açısından taraf olduğumuz MARPOL ek I, II ve V sözleşmeleri yanında, yine deniz alanlarının özellikle yoğun deniz trafiği ve deniz kazalarından korunmasına yardımcı olacak diğer sözleşmelere katılım da önemlidir.
    Küresel ısınma senaryoları ile ilgili çalışmalara önem verilmeli, Türkiye’de ortaya çıkacak bölgesel farklılıklar iyi analiz edilmelidir. Türkiye’nin fiziki coğrafya koşulları nedeniyle ortaya çıkacak bölgesel değişiklikler ortaya konmalıdır. Bu çalışmalarda meteorolojik verilerin yanında iklim bilimi olan klimatolojiden faydalanılmalıdır. TÜRÇEK olarak iklim değişikliği konusunda yüksek bir duyarlılık içindeyiz. İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Kyoto protokolünün ülkelerden ve insanlıktan neler beklediğini iyice özümseyip, bilimsel hesaplamalar ve öngörüler yaparak Türkiye'nin Sera gazları salınımında üzerine düşeni gene bilimsel veriler ışığında yapması gerektiğine
     

    inanıyoruz. Bunu sağlamanın da tek yolunun bütün siyasi görüşlerin üzerinde uzlaşı sağlayabileceği bir "İklim Değişikliği Ulusal Eylem Planı" hazırlanmasında olduğunu düşünüyoruz.
     


    Sonuç olarak;

    Anayasa ve yasalarla korunan “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşam” hakkı, ancak bu ilkeyi özümsemiş bireyler ve kurumlarla var olabilir. Bu nedenle bireylere ve onları temsil eden tüm kurum ve kuruluşlara görevler düşmektedir. Çünkü;


    Çevre yaşamın kendisidir. Üzerinde siyaset yapılmayacak kadar da hassas bir konudur.
     
     


    Nice 35 yıllara…
     
        

Çocuklar İçin

Keşfet ? Öyküler Kitap Kurdu