YUKARI

Öyküler

Yazar: Pakize İşcan | Eklenme Tarihi: 30 Temmuz 2012

Solucan Öyküsü

  • Heeey! Yapmayın! Çek o koca bacağını tepemden! Ahh! Ezdin kuyruğumu kahrolası! Caniler! Bu canavar ruhlu çocuklardan nefret ediyorum.

    Nefret etme sözcüğünü sevmiyorum aslında, bak şimdi de kızgınlıktan, canım yandığı için ağzımdan çıktı. Ama bu çocuklar çok acımasız...

    Çok vahşiler. Anne babaları nasıl öğretmez bunlara hiçbir canlının canının acıtılmaması gerektiğini. Bunların yüzünden yeryüzünde savaşlar eksilmiyor belki de. Tek bildikleri, internetteki savaş oyunları. Ayrıca günün çoğu filmi de hep savaşa özendirici. Neredeyse, her erkek çocuğunun birinci oyuncağı tabanca. Hem de makineli tüfek, ta-ta-ta etrafı tararlarken neyi öldürdüklerini düşünmüyorlar ve öldürmeyi oyun sanıyorlar. Bana da yaptıkları bu şu anda. Eğleniyorlar beni ayaklarıyla ezdiklerinde, acıdan kıvranmam onlara eğlence oluyor. Kötü ruhlu şeyler, n’olucak!

    Sokaktan geçen bir teyze gördü bu haylazların bana yaptıkları eziyeti, dağıttı onları, azarladı, yaptıkları şeyin ne kadar kötü bir şey olduğunu anlattı. Hiçbiri de dinler gibi değildi, sadece kadından çekindikleri için olacak uzaklaştılar, teyze de beni kaldırımdaki ağacın dibindeki toprağa bıraktı. Ah canım, dedi, fena ezmişler seni, ama bir umudum var ki sizler kopan, ezilen yerlerinizi onarabiliyorsunuz. Haydi, geçmiş olsun.

  • Ah, bende de var kabahat, Nisan yağmurlarının neşesine kapılıp çıktım yeryüzüne. Biz nemli havaları, sulak yerleri severiz, bilir misiniz bilmem, keyiflendim, attım kendimi dışarı. Bir bakmak gerekliydi neredeyim, tehlike var mı buralarda diye. Akıl edemedim, sadece gelip geçen arabalar ezmesin diye kendimi kolluyordum. Daha beteri oldu, bu çetenin eline düştüm. Önce o iri suratlı, ebleh bakışlı olanı gördü beni, “Ulan," dedi. "Burada bu meretin işi ne? Gıcık kaparım ben bu hayvanın kıvrım kıvrım gidişinden. Ne çirkin, bakın şuna. Bir boka benzemiyor." Diğeri, yanındaki, "Boş ver oğlum ya, şuncacık hayvandan gıcık mı kapılır, yürü, geç kalacağız." Biraz arkadan gelen, kravatı gevşetmiş, gömleğini dışarı çıkarmış, ceketi de omzuna atmış, elinde sigarasıyla tam bir külhanbeyi, “Durun durun, ben ona ne yapacağımı biliyorum,” deyip kaldırımdaki akasya ağacının dalından bir çubuk kırıp sivri yeriyle sırtıma bastırdı. Ama nasıl bir bastırma! Nerdeyse alt tarafımdan çıkacak ucu. Ben kıvrandıkça nasıl gülüşüyorlar! Biri ayakkabısının ucuyla basmaya çalışırken diğeri, beni ilk gören o şişko domuz - koca ayağıyla ezmeye çalıştı.

    Bunlara okulda da doğa yaşamından söz edilmiyor herhalde, her canlının yaşama nedeni, bir varoluş öyküsü olduğu ve eşit derecede bu dünyada yaşama hakkı olduğu öğretilmiyor. Peki, asıl temel şeyler öğretilmiyorsa ne öğretiliyor bunlara?

  • Ahhh! Çok sızlıyor şu sol tarafım, fena ezilmiş. Elinize ne geçti benim canımı yaktınız da, ha? Bunlar tam hayta, merak ettikleri doğru dürüst bir şeyleri de yoktur, varsa yoksa bilgisayar oyunları, cep telefonu aygıtı. Boş şeyler. Ruhları kuru şeyler, n’olucak. Aslında bizim hayatımızı, faydalarımızı bilseler eminim böyle davranmayacaklar.

    Bizim toprağın azot dengesini zenginleştirdiğimizi, yer altına kazdığımız tünellerle toprağı havalandırdığımızı, hatta erozyonu, yani toprak kaybını biraz olsun önlediğimizi biliyor musunuz?

    Geceleri yeryüzüne çıkarak çürümeye başlayan bitki artıklarını toprak içerisinde açtığımız kanallarla taşıdığımızı, onlarla beslendiğimizi, sonra da o yediklerimizi humus olarak dışkıladığımızı, toprağa geri verdiğimizi, toprağın verimliliğini arttırdığımızı biliyor musunuz?

    Her ne kadar asalaklar sınıfına kaydetseniz de bizi bütün canlılar gibi bizim de doğal yaşamda bir yerimiz, bir faydamız var. Siz kendinizi bu dünyanın efendisi sanıyorsunuz, o nedenle bu kadar hoyrat kullanıyorsunuz. Bugüne kadar ne çok canlı çeşidinin yeryüzünden yok olmasına neden oldunuz, hâlâ da tek bildiğiniz doğal kaynakları kendi hırslarınız için tüketmek! Biz ne olacağız?

  • Dere tepe, ırmaklar nehirler, vadiler her geçen gün yok oluyor, bitki türleri hayvan çeşitleri ve nüfusu artık sayılacak azaldı diye bilim adamları uyarıyor. İklim değişikliği tehlike boyutlarına dayandı, dünyanın denizler ve karalar haritası değişecek, sel baskınlarından ya da kuraklıktan pek çok ülke silinecek diye yıllardır uyarıyorlar. Siz ne yapıyorsunuz? Hırslarınızdan zerre vazgeçmeyip kulaklarınızı tıkıyor, kendi cahilliğinizin mağarasına gizleniyorsunuz. Sanki o tehlike gelip sizi bulmayacak!

    Heeey! Açın kulaklarınızı, tehlike hepimiz için!

    Ne çok söylendim yahu, öyle çok kızdım ki alamadım kendimi, ne yapayım? Karnım da aç, nerden yiyecek bulacağım ben şimdi? Şöyle yumuşak bir toprak bulsam, biraz da uyusam belki toparlarım kendimi.

    Şu yan taraftaki ıhlamur fidanının dibinde sanki biraz daha fazla toprak var gibi, dur oraya doğru gitmeye zorlayayım kendimi. Bu kırık belle zor olacak ama başka çare yok.

    O da ne! Yağmur mu çiseliyor, bana mı öyle geliyor? Tanrım yağmur yağıyor! Biri beni çimdiklesin, rüya mı görüyorum yoksa gerçek mi? Yok yok, aman kimse bir yerime dokunmasın bu halimde.

    İnsanlar hazırlıksız yakalanmışlar belli koşuşturarak geçiyorlar yanımdan, biri aceleden görmeyip beni çiğneyecek diye korkuyorum, ıhlamurun dibine ulaşsam daha iyi olacak. Neyse ki hızlı indirmedi. Ohhh! Nasıl da toprak koktu etraf! İşte buna bayılıyorum.

  • Dibimde ayaklar bitti birden; ikisi küçücük, kız çocuğuna ait. Süslü ayakkabılarından anladım. Çantası var sırtında, okuldan annesiyle dönüyor olmalılar. Anne de eğildi onunla beraber. Küçük kız:

    -Anneciğim bak, yaralı bir solucan, burada kaldırımın ortasında onu ezerler evimize götürelim, ona bakalım iyileşene kadar.
    -Kızım, onlar kendi doğal koşullarında yaşarlar, eve götüremeyiz sadece toprağı bol olan bir yere koymalıyız.
    -Ne olur anneciğim, bak, çok acı çekiyor, her yeri kasılıyor, ağrısı var herhalde.
    -Onlar, kaslarıyla hareket ederler Ezgicim, ayrıca yolda gördüğün her hayvanı evimize götüremeyiz.

    Ezgi döktüğü dillerle sonunda annesini ikna etmeyi başardı. Beni kâğıt peçetenin üstüne yavaşça aldılar, evleri de yakındaymış hemen balkonlarındaki büyük saksının içine bıraktılar.

    Ohh, yumuşacık toprak, sırtım dinlendi, neydi o öyle kaskatı, beton gibi topraklar.

    Annesi, biraz sararmış yeşillik buldu getirdi.
    -Hadi bakalım bundan sonrası sana kalmış, hemen iyileşmeye bak, biz de seni daha sonra daha geniş topraklı bir yere bırakırız…

    Gösterdikleri şefkat pekiyi geldi valla, uzun uzun uyudum ve ağrı hissetmedim. Tabii ertesi sabah erkenden Ezgi yanıma damladı.

    -Nasıl oldun ufaklık? Dedi.

    Bana ufaklık diyene bakın. Sen niye yatakta değilsin bakalım, bu kadar erken ne işin var? Aklın bende kaldı biliyorum ama ben bu moralle hızla toparlarım kendimi, hiç merak etme. Hadi bakalım doğru yatağa, biraz daha uykuya devam.
    Sanki anladı beni, parmaklarının ucuna basa basa odasına gitti.

    Pakize İşcan