YUKARI

Öyküler

Yazar: Pakize İşcan | Eklenme Tarihi: 30 Mart 2011

Ayın Canı Sıkılıyor

  • Nedense bu gece yalnızlığı sevmiyordu ay. Saatlerdir canı sıkılıyordu. Havalar da soğumaya mı başlamıştı ne?

    Etrafına bakındı; her şey, herkes kendi işinde-gücündeydi. Yıldızların da her zamanki neşesi, kıpır kıpırlıkları üstlerindeydi.

    Ama onun canı sı-kı-lı-yor-du. Üstelik biraz üşüyordu da...


    Karanlıktan hırsını alır gibi büyümüş, büyümüş, büyümüş, kocaman gümüş bir tepsi olmuştu. Ee, olmuş da n’olmuştu? Canının sıkıntısı geçmemişti ki. Aşağıya, yeryüzüne baktı. Oraya bu kadar uzaktan bakmaktan da hoşlanmıyordu doğrusu. “Böyle sızlanıp duracağıma, aşağılarda neler oluyor, bir dolanayım” diye düşündü.

    En uzun farlarını yaktı. Kocaman bir el feneri gibi ışık huzmeleriyle aşağıları taramaya başladı. Neşeli çocuk sesleri geldi kulağına ilkin. Önündeki buluta rica etti: “Pamuk kardeş, pamukçum, huu! Biraz çekilir misin lütfen, çocukları göremiyorum da.”

    -Aa! N’apıyor onlar öyle?

    Avluya bakan, önü açık bir odada, ocağın başına toplaşmış bir sürü çocuk! Ocaktaki harlı ateşin kızılı, çocukların elma yanaklarında, cin gözlerinde ışıl ışıl!

  • -Hepsi de nasıl sığışmışlar öyle o küçücük ocağın başına! Kaç kişi bunlar? Dur, sayayım.

    En kıyıya büzüşmüş tombalakça bir kız çocuğu. Kuzguni siyah saçlı. Kakülleri var; iri gözlerine dökülen. Bir de sanki hiç konuşmazmış gibi suskun bir yüzü. Azıcık üşümüş o da, belli. Hain rüzgar sırtlarından fena üfürüyor bu gece. Ee, Kasım ayı bu! Karakış kapıda...

    Hemen onun yanında, ona iyice yaslanmış bir oğlan çocuğu. Yaşı biraz daha küçük olmalı tombalak kızdan ama boyunun uzun olmasından mı ne, bir türlü rahat durmuyor yerinde; kımıl kımıl, bir o dizinin, bir bu dizinin üstüne oturup oturup kalkıyor.

    Üçüncü olan da erkek. Aaa, dur, adlarını sormadık,
    -Adın ne senin?
    -Ünal
    Ünal en cılızları. En sırıkları. Ve de en çok üşüyenleri. Gökyüzünde gülümser gibi duran ay’a, dikmiş gözlerini, “Orada boş boş duruyorsun, güneş gibi ısıtsana sen de” dercesine bakmaktadır.
    -Yanındakinin?
    -Bu mu? İhsan’ın kafasına şakadan bir şaplak atarak.
    -İhsan.
    - En baştakinin?
    - O tombalak, zeka küpü Yasemin.
    - Haydi geri kalanları da söyleyeyim de, öğren kurtul. bu Nejla, bu Aslı, bu Naciye, bu Hülya. O da Ali Dedem; bizim tatlı belamız.

  • On-on iki yaşlarında sekiz çocuk, ocaktaki kara testiye dikmişler gözlerini, ağızlarının sularını akıta akıta bekleşiyorlar. Ali Dede, harlı ateşe oturtulmuş alt tarafı bol delikli testiyi sık sık çalkalıyor ateşin üstüne üstüne. Çatırtılarla patırtılarla testinin deliklerinden kestane kabukları kıvılcım halinde saçılıyor her yana. Çocuklar da dizleri tutuşmasın diye kıkırdayarak kaçışıyorlar. Dedenin sesi:
    -Hadi bakalım haytalar, kim söyleyecek Yunanistan’ın başkentini?
    -Atinaaa! Hep bir ağızdan.
    -Ya Romanya’nın?
    -Bükreş! Ünal yapıştırdı cevabı herkesten önce.
    -Suriye?
    -Şam! Hülya incecik sesiyle, soruyu dedenin ağzından kapıp.
    -Akdeniz Bölgesi’nin dağlarını kim sayacak?

    Hep bir ağızdan gürültülü cevaplar veriyorlar. Bazılarının sadece dudakları kıpırdıyor.
    Cevapları bilirlerse közlenmiş kestaneden yiyecekler. Soruyu bilmeyene kestane yok.
    Ali Dede hınzır, uyanık. Hem de eski Hollywood aktörlerine taş çıkartacak kadar yakışıklı mı yakışıklı. O yüzden bir dolu gönül macerası yaşamış, görmüş geçirmiş, tonlarca da torun topalak sahibi olmuş. Bunlar, onların sadece yarısının yarısı…

    Ali Dede, gözüne Naciye’yi kestirmiş, yok öyle hazırlopçuluk dercesine:
    -Portekiz’in başşehri?

  • Belli Naciye en tembelleri… Başını tavana kaldırıp gözlerini de kısarak, sanki biliyormuş da, hay aksi şeytan, hatırlayamıyormuş gibi zaman kazanmaya çalışıyor.

    Dede sabırsız. Gözü Naciye’de.

    Yasemin usulca fısıldıyor cevabı, dedesinin az işitmesinden yararlanarak… Naciye hemen atlıyor cevabın üstüne.
    -Kezban, dede!

    Bir gülüşme kopuyor Naciye’nin yanlış duymasına.
    -Ne Kezban’ı! Aklını bile kullanmıyorsun tembel teneke! Lizbon! Lizbon!
    Bir gülüşme daha...

    Kestaneler artık hazır. Ali Dede, kara testiyi ateşten alıp büyükçe bir siniye döküyor pişmiş kestaneleri patır patır.
    -Hadi üşüşün kargalar, diyor lacivert gözleriyle gülerek.

    Sahiden de çocuklar kargalar gibi bağırış çağırış üşüşüyorlar, ellerinin yanmasına aldırmadan kapış kapış kestaneleri avuçlayıp ceplerine tıkıştırıyorlar.

    Ali Dede torunlarının bu hallerinden mutludur. Her zaman yaptıkları gibi onlar sıcacık kestanelerin tadını çıkarırlarken, Ali Dede de farsça aşk şarkıları söyler. Ocaktaki kor alevlerin kızılı çocukların kestaneyle şişmiş yanaklarında ışırken dedenin bahar sesli şarkıları avlunun karanlığını bozan ayışığının kuyruğuna takılıp gökyüzüne yükselir.

    Ay’ın içi ışımıştır aşağıdaki bu muhabbetten. Kendisini iyice fark etsinler diye daha bir açar ışıklarını. Büyülü huzmelerini çocukların üstünde gezdirir. Çocuklar fark ederler tabii. Başlarını kaldırıp bakarlar gökyüzüne. Kocaman bir gümüş tepsi! Ay gülümsüyor gibi gelir onlara.

    Yaşasın! Evrende yalnız değillerdir! İçleri sevinçle dolar.
    Bu sevinci ay görmez mı hiç!
    -Yaşasın hayat! Diye bağırır gökyüzüne, kendi yuvasına çekilirken...
    -Yaşaaaaaaaaaaaaaaaaaaasıııııııın hayaaaaaaaaaaaaaaaaaat!
    Yıldızlar irkilir bu çığlığa.
    -Kim bu densiz, bu geç saatte yeri göğü inletiyor!

    Pakize İşcan